Bulgaristan doğduğum, büyüdüğüm yer olmasına rağmen, şimdiye kadar görme fırsatı bulamadığım üç şehri şimdi gezdik gördük …
İlk gün ilk durağımız Filibe (Plovdiv Bulgarca: Пловдив) idi. Filibe Bulgaristanın ikinci büyük ili ve adını Makedonya Kralı II. Filip’ten alır. Filibe de İstanbul ve Roma gibi 7 tepe üzerine kurulmuştur. Şehir, 5 Eylül 2014 tarihinde yapılan seçimle 2019 yılında Avrupa Kültür Başkenti olmaya hak kazanmıştır.
Plovdiv sokaklarında gezerken Milo’nun heykeline rastlayabilirsiniz. Milo geçmişte Plovdiv’de bir büyücüydü. Sokaklarda dolaşırdı aynı zamanda duymazdı. Birkaç kıskanç erkek tarafından çeşmeye atılıp ölünce fenomen haline gelmiş. Daha sonra bu heykel onu anmak için yapılmış. Bugünlerde insanlar dizini ovarak, kulağına isteklerini fısıldıyorlar 🙂
Sabah çok erken orda olduğumuz için hemen bir baniçka ve boza ile kahvaltımızı yaptık ☺ ( Bulgaristanda sabah çok erken açık dükkan bulmak da çok kolay değil bu arada) Karnımızı doyurduktan sonra Cuma Camii’nin alt katında bulunan türk kafesinde çay/kahve içtik.
Cuma Camii, Hüdavendigâr Camii olarak da bilinir. Osmanlı İmparatorluğu’nun sembolü olacak şekilde 1363-1364 yılları arasında Sultan I. Murad döneminde şehir meydanına inşa edilmiştir. Avrupa’daki en eski camilerden biri olan bu caminin yapımında kesme taşlar kullanılmış o yüzden muazzam bir dış görünüşe sahip olmuştur.
Ayrıca caminin güneydoğu duvarında bulunan güneş saatini ise görülebilecek güzellikte.
Roma Stadyumu, Cuma Camiinin yan tarafında, bu stadyumun sadece küçük bir bölümü gün yüzüne çıkarılabilmiş, kalan kısmı halen Knaz Aleksandar I caddesinin altında bulumaktadır.
Cuma Camii’nin sağ tarafından yukarıya doğru çıktığınızda eski kente giriyorsunuz. Arnavut kaldırımlarından anlayabilirsiniz.
Eski kent içindeki Roma Amfitiyatrosu ve Forum’u gezdikten sonra hemen tepede bu güzel manzaraya karşı kahvemizi içtik. Eski kentte bizi en çok zorlayan bebek arabalarını arnavut kaldırımında yürütmeye çalışmak oldu! Ama değdi ☺
Bu güzel şehirde Osmanlı ve Roma’dan kalma birçok izle karşılaşıyorsunuz. Eski şehir bölgesinde tarihi Osmanlı evlerini görmek insanı mutlu etmiyor değil.
Etnografya müzesi, Bir sonraki durağımız oluyor. Çok güzel bir görünüme sahip olan bu ev ilk önce pansiyon olarak kullanılmış, daha sonra da müzeye çevrilmiş. İçeri giremedik ama bahçesinde oturmak da çok keyifliydi. Müzede el sanatları, geleneksel kıyafetler ve Bulgaristan tarihi için önemli eserler barındırıyor.
Müzenin bahçesi de çok güzel 🙂
Burası da evin dedikodu odasıymış 🙂
Çok yorulduk ve soluklanmak için hotelimize giriş yaptık, sonuçta geceden beri yoldayız. Filibede Landmark Hotel’de kaldık (http://www.landmarkhotel.bg/tr/the-hotel-tr/welcome-tr.htm ). Hotelden memnun kaldık, tavsiye ederim ☺
Birşeyler atıştırmak için bir yerler bakındık ve hard rock cafeye benzeyen bir yer bulduk. Happy ☺ Yemekleri lezzetli, şopska salata (Domates ve salatalık üzerine beyaz peynir rendesi olan salata) her öğünümüzün vazgeçilmezi oldu.
Yemekten sonra biraz yürüyüş ve bol oksijen almak için Plovdiv’in Central Parkını (Gradskata Gradina) tercih edebilirsiniz.
Çocuklar için de çok güzel oyun parkları var. Parkın hemen devamında çok güzel yapay bir gölü olan Morado Bar & Dinner da kahvelerimizi içtik. Tatlıları çok başarılı değildi yalnız ☹ Ancak ortam çok güzeldi.
Bu günün sonunu akşam yemeği ile Megdana’da yaptık.
Veeee yorucu ilk günün kapanışını yaptık….
İkinci gün sabah kahvaltısından sonra Sofya’ya hareket ettik. Sofya Bulgaristanın başkenti ve en büyük şehri aynı zamanda. Kentin kuzeyinde sıra dağlar, güneydoğusunda Sredna Gora ve güneybatısında da Vitoşa dağı bulunmaktadır. 2-2,5 saalik bir otobüs yolculuğu sonrası Sofyadaki Olives City Hotel (http://olives-city-hotel.hotelssofia.net/tr/) ‘e yerleştik. Odaları çok geniş studio daire gibiydi, mutfak bile vardı, temiz ferah bir oteldi. Kahvaltısı da iyiydi, Avrupa hotellerine göre hatta çok iyiydi. Tavsiye edilir. Kahvelerinin lezzeti de başka bir güzeldi…
Öğle yemeğimizi muhteşem manzaralı Lebet (Kuğu) Restoran’ta yedik. Göl manzarası muhteşemdi, gölde kuğular olduğu için ismini ordan almış.
Yemekten sonra hızlı bir şehir turuna çıkıyoruz. Tabiki ilk durak;
Alexander Nevski Katedrali, Sofya’nın sembollerinden biri olmasının yanı sıra Balkan yarımadasının en büyük ikinci katedrali aynı zamanda. 1877-78’de Osmanlı-Rus savaşında ölen Rus askerlerin anısına inşa edilmiş bu katedralin tepesindeki kubbe ve taç tamamen altından yapılmıştır!
İçerde fotoğraf çekmek ücretli, açıkçası dışı daha görkemli ve güzel olduğu için ekstra para vermeye hiç gerek yok.
Kadı Seyfullah Efendi Camii (Banyabaşı Camii ),
Avrupa’nın en eski camilerinden biridir.Kuruluş tarihi 1566 yılını kabul edilir. Mimar Sinan tarafından tasarlanmıştır. En dikkat çekici özelliği genişkubbesi ve minare yüksekliğidir.
Sofya’nın göbeğinde, şehrin en büyük caddesi olan Mariya Luiza Caddesi’nde, Sofya Merkez Hamamı ile hali arasında, Tsum diye bilinen en büyük ticaret mağzasının alt tarafında bulunan Banyabaşı Cami’ni Molla Efendi Kadı Seyfullah adında bir hayırsever kurduğu için bazı kaynaklarda onun adıyla da anılmaktadır. Seyfullah Efendi Camii de denir.
Çeşitli kaynaklar kuruluş tarihini de farklı göstermektedir. Evliya Çelebi’nin “Sofya’da en güzel minaresi olan cami” olarak vasıflandırdığı cami dört adet köşe kubbesinin ortasında yükselen büyük kubbesi ve tek minaresiyle bugün adeta Bulgar başkentinin simgesi durumunda bulunmaktadır. Önünda üç kubbeli bir tetimmesi (ekleyip, tamamlama) vardır. Bu, Kadı Seyfullah’ın ölen karısı ruhuna yapılmıştır.
Cami mimari bakımından ilginçtir. Tuğla taş sıraları ile yapılmış, Razgrad’taki İbrahim Paşa Camii’nde olduğu gibi, dört köşeden geçirilmiş kulecikler 16 dilimli kasnağın köşelerine çift göğüslemeler konmuştur. Son Cemaat yeri ve kemer aynaları kesme taştan olup, sütünlar yekpare ve koyu renktedir. Başlıklar çift ıstalaktitlidir. Tek kapı ufak bir taçla biten kesme taştan yapılmıştır. Kemer aynasında taş üstüne boya ile yazılmış, okunmayan kara bir yazı ve altında 974 (1566-1567) tarihi vardır.
Doğaldır ki, 500 yıla yakın tarihi olan cami bugünkü durumuna aslı ile değil, yapılan birçok onarımlar ile getirilmiştir. Son temel onarımı Türkiye Büyükelçisi Fethi Bey tarafından finansa edilerek 1920’li yıllarda yapılmıştır. Depremlerden çatlamış olan mermer minber o zaman değiştirilmiştir. Gerek totalitarizm zamanında, gerekse de demokrasi geldikten sonra yapılan sıva, boya, tabandan ısıtma sistemi tesisleri ise, daha fazla çeşitli Arap, Türk vakıflarının, ayrı ayrı hayırseverlerin himmetiyle gerçekleştirilmiştir. Bugünkü haliyle Cami cuma günleri 700, bayramlarda ise 1200’ün üzerinde cemaat toplamaktadır.
Sofya Meclis Binası da tüm ihtişamı ile şehirde varlığını hissettiriyor.
Saint George (Rotunda) Kilisesi : Bulgaristan’ın en eski yapısıymış. Cumhurbaşkanlığı binasının avlusunda bulunan bu kilise, Bulgaristan’ın bilinen en eski tarihi yapısı. (Bu arada Cumhurbaşkanlığı avlusuna, elini kolunu sallaya sallaya girmek bizi şaşırtmadı değil.) Serdika Antik Kenti’nin kalıntılarıyla birlikte bulunan kilise, Romalılardan yadigar kalmış. Kilise, tarihte “Roma Rotundası” olarakta geçiyor. (rotunda; yuvarlak kubbeli yapı demek)
Şehrin alışveriş caddesi bizdeki istiklal caddesinin benzeri Vitosha caddesi . Caddenin girişinde sizi kapısında kocaman iki aslanın bulunduğu aliye binası sizi karşılıyor.
Bu cadde beni hayal kırıklığına uğrattı çünkü bulgaristana özgü alınabilecek bişeylerin satıdığı güzel bir mağaza bulamadım. Amacım yerel kıyafetlerinden satın almaktı ama burda bulamadım 🙁 Caddede büyük bir H&M ve Zara mağzasından başka çok ta fazla alışveriş yapılacak bir yer yok. Cafeleri cadde üzerinde konumlanmış, orada oturup kahvenizi yudumlamak daha mantıklı.
Akşam yemeği için ise Vodenitsa Restorandaydık. Bulgaristan yemekleri ve ateş üstünde yapılan danslar ile tam bir Bulgar restoranıydı. Ateş üstünde dans edenler sizi kucağınıza alıp ateş üstünde dans ettiğinde size sağlıklı bir hayat getirdiği söyleniyor.
3. ve son günümüze uyandığımızda kahvaltı sonrası Bansko’ya yola çıkıyoruz. 2 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra hotelimiz Molerite’ye ulaşıyoruz. Bulgaristan müzikleri çalan bir orkestra ile karşılanıyoruz hotelde. Molerite butik bir hotel ve restoranı ile de ünlü aynı zamanda. Hotelin altında şarap mahzeni var, yani burda en iyi şarapları tatma şansınız da olabilir.
Öğlen yemeği canlı müzik eşliğinde şömine başında çok keyifliydi. Şopska salata burada da vazgeçilmezimizdi 🙂
Yemekten sonra bir esspresso ile enerji depolayıp Bansko’yu bir gezmeye çıkıyoruz.
Biz yukarıya çıkmadık şehir merkezini dolaştık sadece ama kayakseverler için Bansko, Bulgaristan’ın 1 numaralı , Avrupa’nın da sayılı kayak merkezlerinden biri.. Çok sayıda geniş ve her türlü zorluk derecesinde kayak pisti barındıran Pirin dağları eteğinde, milli park içerisinde , milyonlarca çam ağacının ortasında yer alan bir kayak merkezidir.
Yağmurlu havada çocuklarla çok fazla gezemedik.
Bol bol yürüyeceğiniz ana caddesinin adı Pirin. Cadde boyunca dükkanlar, kafe ve barlar, para bozdurabileceğiniz küçük döviz bankoları var.
Kasabanın en görkemli yapısı ahşap iç yapısı ve yüksek çan kulesi ile 1835 yapımı Kutsal Trinity Kilisesi.
Bu kilisenin girişinde hem haç işareti hem de hilal işareti var. Burda verilmeye çalışılan mesaj her dinden insanlar buraya gelip dua edebilir.
Kilisenin içi çok süslüydü…
Akşam yemeğimizi Hotelimizde yedik çok güzeldi bizim için de özel bir geceydi ☺ Evlilik yıldönümümüzdü 🙂
Fotoğraftaki Su kime kızgın 🙂 ? (biraz kıskandık galiba )
Veee hotelimize, Banskoya ve Bulgaristana veda etme vakti …
Kahvaltı sonrası dönüş yoluna geçtik. Yol üzerinde Velingrad’ta mola verdik.
Velingrad Balkanların en büyük SPA merkezi ve rutubetin çok az olduğu bir şehir.
Sınırda bekleyen Su fotosu ile Bulgaristan notlarına son veriyorum. Biraz uzun oldu ama aklımdaki herşeyi yazmak istedim 🙂
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere ….